"Yazılmadan kaldı bazı şeyler,
gene de yazılmış kadar oldu."
Behçet Necatigil
Karadeniz
Ereğlisi
1940 (Doğum yılım)
O evde doğmuş, 8 yaşıma kadar o evde, o bahçede yaşamıştım.
Şehrin en büyük evi, belki de en büyük konağıydı.
Memurlar için kiralık ev bulmak kolay mıydı? Bir denizcilik
şirketiyle birlikte o evi paylaşıyorduk.
Zemin katta koca bir giriş, sol tarafta bir su çarkı, sağda
da kuzineli bir mutfak vardı. İleride tam ortada üst katın merdiveni, sağında,
solunda da hiç gezemediğim depolar, sanırım odunlarla, harpten kalan eşyalar
vardı. Üst kata sıçrayıp sofanın camlarına, siyah renkli, mumlu bez perdelerin
storlarına takılmışlar, kapı aralarında kalan duvar parçalarında da benim ödümü
patlatan maskeleri asmışlardı, o evdeki korkularımdan biri de bilinmedik
seslerdi.
Gök gürültüsünden, fırtınadan, yağmurdan hiç korkmazdım(!)
Anneme koşup baktığımda o beyaz örtüsünü başına çekip elinde dua kitabı, koca
konağı sallayan fırtınadan korkup ara sıra camlara bakardı.
Yağmurlar kesilince, bizim bahçeye doluşan komşu çocuklarının
bağrışmaları başlar, çeşit çeşit meyve ağaçlarının dibinde, fırtınanın koparıp
attığı meyveleri toplardık. Mevsimine göre ama bahçenin en değerli iki ağacı
ceviz ve kestaneydi. Ceviz ağacı kral, kestane ağacı kraliçeydi. Onlar
meyvelerini, diplerindeki yaprakların aralarına saklarlar, gözlerimizi dört
açardık, bulduğumuz zaman da çığlığı basardık. Kestane ağacının yapraklarıyla
ona dolanan asmanın yapraklarını biriktirerek, kurumuş çöplerle giysiler
yapardım. Kızlara bant bant yelekler, hawai etekleri, oğlanlara da madalya
takardım. Gazoz kapaklarının içindeki mantarları kaldırıp gömlekleri iki yüzden
sıkıştırırdık, metal kapaklar madalya gibi parlardı. Oğlanların yaptıklarına
her zaman boyun eğmezdik. Onlar da midye çıkartıp taşlıkta ateş yakarak paslı
tenekeler üstünde pişirip yerler, bize vermezlerdi. Dahası da var, çok küstüğümüzde
konuşmazdık, onlar da bir kedi yakalar, kızgın tenekeyi patilerinin üstüne
bastırırlar, kızları ağlatırlardı. Çocukların, büyüklerden daha insafsız olduklarını
o zamanlar öğrenmiştim.
“Babanızın tayini çıktı, başka bir şehre gidiyoruz”
demişlerdi. Durumu hâlâ anlatamıyorum. Kamyonun üstünde eşyalar, benim üstümde
yeni bir elbise vardı. “A, olmaz, bir vilayete gidiyoruz, üstümüz başımız
düzgün olmalı” demişlerdi. Bir yerlerde kısılıp uyumuşum, duyduğum son cümle, “O
ağlıyor mu ne?” olmuştu.